Ege İnci'nin Yazar Abdussamet Bakkaloğlu İle Röportaji

Ege İnci'nin Yazar Abdussamet Bakkaloğlu İle Röportaji

Ege İnci’nin Yazar Abdussamet Bakkaloğlu İle Röportaji

1.Kısaca kendinizi anlatır mısınız?
Dr. Abdussamet BAKKALOĞLU
Aslen Trabzon-Çaykara-Koldere (Paçan) köyündenim. Rahmetli anacığım da aslen aynı köydendir ama Erzincan’ın Çayırlı ilçesine bağlı Balıklı (Pülk) köyünde büyümüştür.
1969 Yılında Giresun-Görele'de doğmuşum. Müftü olan babamın görevleri vesilesiyle Giresun'un Espiye ve Şebinkarahisar ilçelerinde bulundum. İlkokulun ilk iki sınıfını Şebinkarahisar'da okudum. Ardından taşındığımız Sakarya-Adapazarı'nda ilkokul tahsilimi tamamladım. 1987 yılında Adapazarı İmam-Hatip Lisesi’ni bitirerek aynı yıl Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne başladım. Öğrencilik yıllarımda aynı zamanda klasik Arapça ve İslamî ilimler tahsili de yaptım.
Fakülteden 1992 yılında mezun oldum. Aynı Üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde İslam Hukuku alanında yüksek lisans ve doktoramı tamamladım.
Yüksek lisans tezim "Câhiliye Dönemi Aile Hukuku" ve doktora tezim de "Suriye'de Aile Hukuku Alanındaki Gelişmeler ve Bunlar Üzerinde Osmanlı Tesirleri"dir.
Memuriyete Sarıyer İmam Hatip Lisesi'nde 1992 yılında başladım. 1994 yılında Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne intikal ettim. 2012 yılına kadar bu fakültenin İslam Hukuku bölümünde önce araştırma görevlisi daha sonra da Yrd. Doç. Dr. olarak görev yaptım. 2012 yılında Yalova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne Arap Dili ve Belagati Anabilim Dalı Başkanı olarak atandım. Burada bir yıl kadar vazife yaptıktan sonra halen görev yapmakta olduğum Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne intikal ettim ve Hazırlık Sınıfları Koordinatörlüğü ile görevlendirildim. Bu görevimi 2019 yılına kadar sürdürdüm. Halen  Marmara İlahiyat Fakültesi bünyesinde eğitim-öğretim yapan “Arapça İlahiyat”
programının koordinatörlüğünü yürütmekteyim.
1994-1995 yıllarında Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla ve 10 ay süreyle Tunus'ta kaldım. 2002 yılında da yine aynı bursla 5 ay Suriye'nin başkenti Dımaşk (Şam)'da bulundum.
Bir miktar Arapça ve İngilizce bilmekteyim.
Evli ve üç çocuk babasıyım.
Yayımlanmış Çalışmalarım:
Namaz Kitabı, Ensar Neşriyat, 2007.
Arapça 400 Cümle (Müşterek), İFAV Yayınları 2020.
https://www.instagram.com/p/CKUk53gpcHu/?igshid=1s75vcmf0sj6h
https://youtu.be/jbuFmbtANRQ

YDS Arapçası Harf-Cerler, Cantaş Yayınları 2020.
https://www.instagram.com/p/CKYGoywJQW2/?igshid=1kcv22ki3up2p
https://youtu.be/bLoPon_LkvA

YDS Arapçası Fonksiyonel Kelimeler, Cantaş Yayınları 2020.
https://www.instagram.com/p/CKYL4M_p6M2/?igshid=mjl9g7kx4qdg

YDS-YÖKDİL-YDT Arapça Anahtar Kitap, Cantaş Yayınları 2020.
https://www.instagram.com/p/CKYUmjbpnwD/?igshid=yz1xgr1hzwai
https://youtu.be/uCxmGvo7skQ

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından çıkarılan İslam Ansiklopedisi’nde (DİA) bazı maddelerin yazarlığını yaptım.
İmam Serahsî’nin “el-Mebsût” adlı ansiklopedik fıkıh kitabını ve Bursalı İsmail Hakkı Hazretlerinin “Rûhu’l-beyân” adlı işârî tefsirini Türkçeye kazandıran heyette yer aldım.
Muhtelif uluslararası toplantılarda Arapçadan Türkçeye ve Türkçeden Arapçaya sözlü (simultane ve ardıl) çeviriler yaptım.
İbn Hacer el -Askalânî’ye nisbet edilen “el-Münebbihât” adlı eserin Türkçe çevirisini gözden geçiren iki kişilik ilmî redaksiyon/tashih heyetinde yer aldım.
Ayrıca Peygamberler tarihine dair birçok Türkçe kitabın redaksiyonunda/tashihinde görev yaptım.
Pandemi sürecinde sosyal mecralara ağırlık verdim ve halen kendime ait YouTube kanalımda canlı dersler ve çoğunluğu Arapçaya dair olan paylaşımlar yapmaktayım. 

https://youtube.com/c/Dr%C3%96%C4%9Frt%C3%9CyesiAbdussametBakkalo%C4%9Flu

Aynı şekilde İnstagram
https://instagram.com/abdussametbakkaloglu?igshid=1qisl7wox45i8 

ve Facebook üzerinden de paylaşımlar yapıyorum. 

https://www.facebook.com/mehmet.bakkaloglu.92 

Kısa süre önce Facebook’ta “Arapça YDS-YÖKDİL-YDT” adıyla bir grup da oluşturdum. 
Sizin vesilenizle, genelde Arapçaya özelde de sınav Arapçasına ilgi duyanları bu grubumuza davet etmiş olalım:
https://www.facebook.com/groups/664988630782268/?ref=share

Bu çalışmalarımın yanı sıra yaklaşık 15 yıldır KPDS, YDS, YÖKDİL ve YDT sınavlarına hazırlananlar için kurslar düzenliyorum. Bu kurslara önce İngilizce ile başladım, şimdi Arapça ile devam ediyorum.
ve yaklaşık üç yıldır bu kursları sanal âlemde online olarak sürdürmekteyim.
Daha önce İLİTAM öğrencilerinin Arapça derslerine katkı sağlayacak yardımcı dersler çekmiştim. 
Şimdi de “Arapça Deposu” için off-line paket şeklinde sınavlara yönelik dersler hazırladım.

Halen İstanbul-Merdivenköy’de ikamet etmekte olup, evli ve üç çocuk babasıyım. Okumayı, yazmayı ve arzulu bir şekilde dinleyen gruplara ders anlatmayı seviyorum. Klasik Mûsıkîmizden hoşlanıyorum.
Ortaokul ve lisedeyken okulun ilâhî korosundaydım. Bu dönemde güreş ve kung Fu ile de meşgul oldum. Halen de vakit buldukça, hanımı kızdırma pahasına da olsa, spor yapmaya gayret ederek masa tenisi, bisiklet binme, voleybol ve yüzme sporlarını icra ediyorum. Spor yapmak, beden sağlığıma olan katkıları yanında zihnî yorgunluklarımı atıp, kafamı rahatlatma açısından da faydalı oluyor.
Sevdiğim şeylerden birisi seyahat etmek, farklı ülkeler, farklı coğrafyalar, farklı insanlar tanımak ve gördüğüm güzellikleri, farklılıkları
fotoğraflayıp paylaşmak..

2. Ne kadar zamandır yazıyorsunuz?
Bu sorunuza “epeyce bir zamandır” şeklinde muğlak bir cevap versem, umarım kızmazsınız. 
Okumayı seven bir  öğrenci olarak tatillerde çalıştığım kırtasiyeden okumak üzere ödünç romanlar alır, onları geceleyin yıpratmadan okuyarak raftaki yerlerine iade ederdim. 
Bu uygulamada dükkan sahibi patronum Bedri Arslan’a anlayışı için müteşekkirim. Daha sonradan öğrendim ki, benden önce de buna benzer usuller tatbik edenler olmuş. Mesela büyük Arap dilcisi Câhız parasızlıktan dolayı kitap satın alamadığı için, cüz’î bir ücret mukabili kitap dükkanlarını kiralar ve geceyi oralarda geçirip sabahlara kadar kitap okurmuş. (Ve vefatı da, son derece acı bir şekilde, böylesi bir gecede üzerine devrilen kitapların altında kalmasıyla gerçekleşmiştir, derler)
Yazmaya geçişim belki daha erken bir dönemde olabilirdi ama bir dostumun frenlemesiyle gecikti, diyebilirim. 1991 yılında fakülte 3. Sınıf öğrencisiyken Ramazan ayının çoğunu Üsküp’e bağlı Gostivar’da geçirmiş, oradan güzel hatıralarla dönmüştüm. Bu hatıralarımı daha sonra Fakültede’nin konferans salonunda sunmuştum. Bu sunumum beğenilmiş olmalı ki, ulusal yayın yapan bir gazete bunları yazı dizisi (tefrika) yapmayı teklif etmişti. Ben de bu minvalde birşeyler kaleme alıp bir arkadaşıma göstermiş, fikrini sormuştum. O da yazdıklarımı pek beğenmemiş olacak ki, bana bazı hatıratlar tavsiye etmiş, kendiminkileri yayınlamakta acele etmememi tavsiye etmişti. Bunun da etkisiyle, yapılan tefrika teklifini geri çevirmiştim. Halbuki o zaman yazmaya başlasaydım belki şimdi yazma sahasında daha fazla birikim ve tecrübeye sahip olacaktım ama nasip tabi..

3. Yazmanızda en büyük etken nedir?
Yazmaya akademik gerekçelerle başladım denebilir. Yüksek lisans ve doktora tezlerim ve makalelerim aslında birer yazma çalışması. Bunların yanında zaman zaman aklıma gelen bazı düşünceleri de bir kenara not alıyorum. Bu düşünceler çoğunlukla, hayattan elde ettiğim tecrübeleri içeriyor. Bunları kaleme alma konusunda beni teşvik eden şeylerden birisi,
doktora tezim vesilesiyle daha yakından tanıma imkanı bulduğum Mustafa es-Sibâî’nin (hayatının son demlerinde kaleme almış olduğu “Hâkezâ ‘allemetnî el-hayâtü: Hayat Bana Böyle öğretti” adlı kitabının önsözünde yer alan) bir sözü: Yaşadıkları tecrübeleri (denenmişi denememeleri, tekerleği silbaştan icat etmemeleri için) bir sonraki kuşağa aktarmak, her bir kuşağın sorumlulukları arasındadır!

Bu tecrübelerimi bir araya getirmek nasip olur mu olmaz mı, bilmiyorum. Bir araya getirsem nasıl bir formatta getiririm, bunlar kimin ne işine yarar, onu da bilmiyorum. Bunların bir kısmını sosyal medya mecralarında yayınladım. Hatta bunları yayınlamak için bir blog bile açtım:
(https://bakkalzade.blogspot.com/?m=1)

Ama yayınladıklarım, yayınlanmayı bekleyenlere kıyasla devede kulak misâli.
Kitap çalışmalarına gelince... Namaz Kitabı, bir proje çerçevesinde teklif edilmişti ve o şekilde gerçekleşti.
Arapçaya dair kitaplar ise daha çok, verdiğim derslerin bir neticesi olarak ortaya çıktı, diyebilirim. Derslerde yaptığımız çalışma ve alıştırmaları kitaplaştıralım dedik, ortaya Harf-i Cerler ve Fonksiyonel Kelimeler kitaplarımız çıktı.

Tabi, kitaplara birçok ilaveler yaptık ve kitaplar çok amaçlı olarak kullanılabilir hale geldi. Kitaplarımızın her yeni baskısında da ilaveler ve gözden geçirmeler yapıyoruz.
Zamanında tashih/redaksiyon işinde çalıştığım için, kendi kitaplarımın tashih ve redaksiyonunu da büyük oranda kendim yapıyorum. Ama insan ne kadar mâhir olursa olsun, kendi yazdıklarındaki kusurları tam olarak göremiyor; dışarıdan bir(kaç) göze ihtiyaç duyuluyor.
Arapça sınavlara yönelik olarak verdiğim derslerdeki tecrübelerimi de YDS-YÖKDİL-YDT Anahtar Kitap’ta biraraya getirmiş olduk. 

Kitaplarımızın önemli bir boşluğu doldurduğu ve bunların “hakkını verenler”in sınavlarda hak ettikleri puanları alacakları kanaatindeyim. “Hakkını verenler” ifadesini kullandım. Zira, itiraf etmeliyim ki, kitaplarımın hakkını vermek o kadar kolay sayılmaz ve alıştırmaları “adamı haklayacak” türdendir.
Harf-i Cerler ve Fonksiyonel Kelimeler adlı kitaplarımızda yer alan 75 metni bizzat okuyarak ses dosyaları oluşturmam “harekeler (yani Türkçedeki sesli harfler)”olmaksızın metinleri okumadaki zorluğu ortadan kaldırmakta, aynı zamanda kitaba çalışanlara, harekesiz metin okuma denemesi yapma imkânı sunmaktadır.
Fakat “Anahtar Kitap” o kadar korkunç sayılmaz. Hem iki renkli ve rahat okunabilir sayfa yapısı  hem de tercih ettiğimiz nispeten eğlenceli dil, sınavlara hazırlananların gerginliğini azaltacak mâhiyettedir, diyebilirim.
Ayrı bu kitap oldukça “mübarek” bir kitaptır ????. Zira içindekilerin bir kısmı, umre ziyaretimizde yazıldı. Kitabı yazıp sonrasında umreye gitmeyi planlıyordum ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve yazma işlemi bitmedi. Umre organizasyonumuzu erteleme imkânı da olmayınca kitabın kalan kısmını mübarek beldelerde yazmam gerekti. Mekke’de Kâbe’nin karşısına, Medine’de de Efendimizin Ravza-i Mutahharası’nın karşısına geçerek yazmaya devam ettim. Yazma işlemini telefonla yaptığım için belki de “Adama bak, bu mübarek mekanlarda telefonla oynuyor!” diye günahımı alanlar bile olmuştur, kim bilir!
Arapça 400 Cümle adlı çalışma da aslında bir Arap hocamıza ait. Kitabın basılmasına vesile olayım derken içeriğine de dâhil oldum ve hem sayfa düzenini hem de tercümelerini elden geçirdim. Arkadaşın teklifi üzerine kitap ikimizin ismiyle piyasaya çıktı ve iyi de tutuldu. Cep kitabı mahiyetindeki bu çalışma, Arapça konuşmak isteyenler için pratik bir kaynak oldu.
Sonraki baskılarda cümlelerin İngilizce karşılıklarını da ekleyince kitap üç dilli hale geldi. Kitaptaki cümlelerin seslendirilmiş olması onu,  hem Arapça öğrenen Türkler ve hem de Türkçe öğrenen Araplar tarafından kullanılabilir hale getirdi:
https://youtube.com/playlist?list=PL9iKSI4KpgMTXVkbKzc-zmtormciqYqFz

Kitap bu haliyle, İngilizcesi olup da Arapça ve(ya) Türkçe konuşma kalıplarını öğrenmek isteyenlerin de işine yarayacak bir mahiyet arz etmektedir.

4. Yazarken çektiğiniz en büyük zorluk nedir peki?
Geniş ve bölünmemiş zaman bulma zorluğu. Oturup şöyle rahat rahat yazıp çizecek zamanı ve ortamı çoğunlukla bulmak mümkün olmuyor maalesef. Tam oturup ağız tadıyla yazmaya başlıyorsunuz, işler-güçler, sorumluluklar, engeller, dikkat dağıtıcı unsurlar devreye giriyor ve konsantrasyonunuz dağılıyor. Demir tavında dövülür derler. Yazma da öyle bir “tav” istiyor. Kafanızdaki bilgiler çok “nazlı” ve onları “tavlayıp” yazıya dökmek/çekmek ciddi bir odaklanma istiyor. Bazen olmadık yerde, olmadık zamanda aklınıza güzel fikirler geliyor. Fakat bazen üşengeçlikten, bazen de aşırı özgüvenden dolayı (bu düşünceleri nasıl olsa her zaman formüle edebilirim düşüncesiyle) bunları kaleme almıyorsunuz. Sonuçta bu “ilhamlar” uçmuş/buharlaşmış/ küsüp gitmiş oluyor. Bunların cüz’î bir kısmı, alınganlık göstermeyip tekrar (tekrar) ziyaretinize gelse de, büyük çoğunluk bir daha kapınızı çalmıyor.
O yüzden yazacağı şeylerin olduğunu düşünenlere tavsiyem, yazmayı ihmâl etmeyin, ertelemeyin. 
Evet çok “okuma” yazmayı besler, doğrudur ama, bir şekilde şeytanın bacağını kırıp yazmaya başlamadan da yazar olunmuyor. Çok iyi okur oldukları halde bir türlü yazar tâifesine katıl(a)mayan pek çok bilgili kişi tanıyorum. Bu durumu, affınıza sığınarak, sağlık literatüründen bir temsille açıklamak gerekirse; kimisi yazma konusunda “kabız” kimisi de “ishâl”. Sağlıklı olan ise ne kabızlık ne de ishâl; ikisinin ortası bir hâl.  
Mâlum her iki kelime de Arapça asıllı olup “kabız” kelimesi “tutma, kavrama”; “ishâl” ise “kolaylaştırma” anlamına geliyor.
Kabız olanları bekleyen tehlike, sürekli tüketici konumunda kalmaları, üretici konumuna evril(e)memeleri;
“ishâl” olanları bekleyen tehlike ise üretecekleri ürünlerin “harcıâlem/alelâde” şeyler olması, ciddi ve kalıcı şeyler üretememeleri. Fakat “Bitli baklanın kör alıcısı olur” şeklindeki atasözümüz düşünüldüğünde
“ishâl”in “kabızlık” kadar vahim olmadığını söyleyebiliriz. Zira böylesi bir “tutukluk” neticesinde, ardında bir eser/iz bırakamadan çekip gitmek mukadder olacaktır.
Yazamamanın sebeplerinden birisi de, mükemmeliyetçi mantıktır. Bazıları, mükemmellik derecesine vâsıl olunca yazmayı düşünmektedirler. Halbuki diğer bütün kabiliyetlerimiz gibi yazma da, tatbikat/pratik yaptıkça gelişir ve zamanla “yapabileceğimizin en iyisi” seviyesine gelir. 
Oturup “fevkalâde/hârikulâde/olağanüstü/mükemmel” cümleler/fikirler ortaya koyabilmek  için ilham beklemek yerine, mütevazı davranıp “alelâde/sıradan/olağan/âdî (Arapçada âdî “normal” demek)” olanlarla işe başlayıp bunları “iyileştirme/güzelleştirme/mükemmelleştirme” çabası içerisine girmek daha isabetli bir yoldur.
Zihin, bir taraftan, “yok”tan birşeyler üretip “vücut” alemine aktarırken, bir taraftan da bunların mükemmel olmasını sağlamaya çalışırsa bu, çok yorucu bir eyleme dönüşür.
Bunun yerine “fikrî inşâ”yı, apartman inşaatı gibi iki aşamalı olarak gerçekleştirmek daha pratik bir yoldur: Önce “kaba inşaat”ı yapmak, sonra da “ince işçilik” aşamasına geçmek. Beynimiz, kaba da olsa elimizde/önümüzde olan bir “hamûle”yi yoğurup şekillendirmeyi, 
hiç ortada olmayana kıyasla, 
çok daha kolay başarabilmektedir.
Bu anlamda bir “kabızlık” çekenlerin ellerine Üstad Necip Fâzıl’ın mısralarından müteşekkil bir “makbuz” tutuşturalım ki, işleri “âsân” olsun, Allah kendilerine “kolaylıklar” bahşetsin: 

Gençlik... Gelip geçti... bir günlük süstü;
Nefsim doymamaktan dünyaya küstü.
Eser darmadağın, emek yüzüstü;
Toplayın eşyamı, işim acele!

5. Kitabınız daha çok hangi yaş gruplarında ilgi çekiyor?
Bu konuda elimde bir istatistik yok maalesef. Ama genelde kitaplarım orta ve ileri seviyeye hitap ettiği için, okuyucu kitlemin çoğunlukla 20-60 yaş arası Arapça sevdalılarından, özellikle de sınavlara hazırlık yapanlardan oluştuğunu tahmin etmekteyim.

6. Yazarken ilham aldığınız şey nedir? Bir kişi olabilir bir nesne olabilir. O ilham periniz size ne olunca geliyor?
Bir arkadaşım, orijinal fikirlerin kendisine traş olurken geldiğini söylemişti. Bazıları da duş alırken zihinlerinin daha aktif hale geldiğini tecrübe etmiş. Ben de su sesinin bu konuda olumlu etkisini tecrübe ettim. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri üzerinde düşünürken de aklıma birtakım parlak fikirlerin geldiğini hep müşâhede etmişimdir.
Karşılaştığım sıradışı bir durum veya bir sözden hareketle, kafamda oluşan bazı düşünceleri formülleştirip yazıya dökmeye  çalışırım. Bu formülleştirme çabamda Türkçe-Arapça-İngilizce atasözü ve deyimlere olan merakım, uzmanlık alanım sebebiyle hemhal olduğum kanun maddeleri, fıkıh ve gramer kaideleri gibi öz ifadelerle çok sık karşılaşmamın etkisi olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Türkçe-Arapça-İngilizce sözlüklere çok sık müracaat etmem ve oralardaki veciz tariflerle yoğun bir şekilde karşılaşmam da beni, az kelimeyle çok şey ifade etme çabası içine girmeye sevk ediyor. Buna bir de şiire olan ilgim ilave edilirse, durum daha iyi anlaşılmış olur.
Genelde birşeyler yazarken başka şeyler aklıma geliyor. Aklıma gelen şeyleri kaydedersem, bunlar daha sonra birtakım yazıların esasını da teşkil ediyor. Yani yazma eyleminin kendisi, başka bir yazma eyleminin “ilham perisi”ne dönüşüyor.

7. Beğendiğiniz ve kitaplarını okuduğunuz bir yazar var mı?
Tabii ki bu kriterlere uyan Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu gibi pek çok yazar var. Benim saham olan Arapça’da da başta rahmetli hocam Mustafa Meral Çörtü gibi bir çok isim sayabilirim.

8. Peki yazarlarla görüşme imkânınız oldu mu? Bir araya geldiniz mi hiç?
Bazılarıyla evet. Mesela yakın zamanda aramızdan ayrılan rahmetli Yavuz Bahadıroğlu üstadımızla yakın sayılabilecek bir zaman önce bir televizyon kanalında karşılaşmıştık. Ben bir programa katılacaktım, onun programı da bizimkinden sonraydı. Kendisine: “Üstadım, size gecikmiş bir teşekkür borcum var, onu edâ etmek istiyorum. Yıllar yıllar önce,  büyük bir iştahla okuduğumuz Sunguroğlu, Şehzade Selim, Mısıra Doğru... vb. kitaplarınızla bizlere okumayı, tarihimizi, kültürümüzü sevdirmiştiniz. Size müteşekkirim!” demiştim.
Kendisi ziyadesiyle mutlu olmuş,
ben de derin bir oh çekip rahatlamıştım. 
Zira böylelikle bir şükran borcumu kısmen de olsa ödemiştim. İyi ki de ödemişim. Yoksa vefatını öğrendiğimde muhtemelen çok daha kötü olacaktım. 

9. Konularınızı nasıl seçiyorsunuz?

Aslında ben konuları değil de konular beni seçiyor, desem yeridir. Bir şekilde bana ulaşıp bazı sorular soran okuyucularım gibi “dolaylı talebelerim” ya da bizzat okuttuğum “doğrudan talebelerim”, soruları ve beklentileriyle benim yazacaklarımı/üreteceklerimi şekillendiriyorlar. Kitaplarımın muhteva ve şekillerini her zaman öğrencilerime danışır, onların tekliflerini önemserim. Mesela bir öğrencim “Kelime ezberleme konusunda bir YouTube videosu çekseniz çok iyi olur” mealinde birşeyler söylemişti. Ben de bu teklife binaen böyle bir video çektim:
https://youtu.be/7lbSlWHtRyk

Bu şekilde tarafıma tevdi edilen başka vazifeler de var ama onları henüz bitiremedim. Onları da yakın zamanda bitirmeyi ümit ediyorum.
Aynı zamanda (öğrencim de olan) yayıncımın görüşlerini de çok önemserim. Çünkü kitabı satacak olan odur ve piyasanın beklentilerini benden daha iyi bilir. Kısaca söylemek gerekirse, ilgi ve bilgi alanıma giren bir konuda, piyasada bir boşluk varsa o boşluğu doldurmak için kolları sıvayıp yola koyuluyorum.
Yazacaklarımı ana hatlarıyla yazdıktan sonra bir müddet “dinlenme”ye bırakıyorum. Bu süre, sıcak bilgilerin “soğuması”nı sağlıyor ve yazdıklarıma tekrar müracaat ederek gerekli müdahaleleri (ilave-çıkarım-tashih) yapıyorum. Bu süre, yemeğin ve kurban etinin dinlendirilmesi gibi çok işe yarıyor; yazılanlara “sıhhat” ve  “lezzet” katıyor. İnsan yazdıklarını, dumanı üstündeyken fazlaca benimsiyor ve yazılarını sağlıklı bir metin tenkidi/analizi, edisyon kritikten geçiremiyor. Oysa metin soğuyunca zihin o metni (biraz) unutmuş oluyor ve sanki onu başkası yazmışçasına “insafsızca” eleştirip hırpalama imkânına kavuşuyor. Bu hırpalama da metni daha sağlıklı hale getiriyor. Zira “Tabak (debbâğ) sevdiği deriyi yerden yere vururmuş” vecizesinde olduğu gibi, insan da sevdiği metni(ni) yerden vurmalı ki o metin “metn-i metîn (sapasağlam metin)” olabilsin!

10. Peki son olarak Buradan okurlarınıza seslenmek isteseniz ne derdiniz?
 Okurlarımız bizim “velinimetimiz”; onlar okumasa bizim yazmamızın pek bir anlamı kalmaz. Eskilerin dediği gibi:
“Mârifet iltifâta tâbidir; 
müşterisiz metâ zâyidir.”
Yani itibar edip değer veren, ilgi gösteren birileri olursa kâbiliyet, mahâret ve hünerler ortaya çıkıp gelişir. Aksi takdirde alıcısı olmayan “mal” gibi, ilgi görmeyen mahâretler de elde kalır, gelişmez, körelir. Demek ki, eli kalem tutan ve bir şeyler yazıp çizen entelektüel kesim, değerli okurlarımız sayesinde kâbiliyet ve mahâretlerini geliştirmektedirler.
Öyleyse kendi halinde bir yazar olarak kadirşinas olmam ve şöyle söylemem gerek:
İyi ki varsınız kıymetli okurlarım, sağolun, var olun!

Bakmadan Geçme