Şakir ALBAYRAK Eğitimci&Yazar

Nusûs Mu, Husûs Mu?*

Şakir ALBAYRAK Eğitimci&Yazar

Yılını hatırlamıyorum ama herhalde 87 senesi olmalı. Balıkesir Belediye başkanlığının halkla ilişkiler müdiresi Nilgün Orhan Hanım Efendi, beni aradı. Ziyaretine gittiğimde, Zafer-i Millî gazetesinin (Osmanlıca) metninin tamamının Latin harflerinden mülhem   alfabemizle yazılmasını istediler. Ben, o zaman Osmanlıcayı, öyle, yaparım, ederim, okurum, yazarım diyecek kadar cesur değilim. 87 senesi, ne oluyor, aşağı yukarı 40 seneye yakın. Delikanlı adam, ne anlar Osmanlıcadan, dersini almadı ya. Yaparım, dedim. Rahmetli Feyzullah Türker hocamı buldum. Konuyu anlattım, “Yaparız gülüm, sen rahat ol,” dedi. Zafer-i Millî gazetesinin- zaten özel bir sayı olduğu için nüsha numarası 64 hatırladığım kadarıyla. Arkalı -önlü, bir yaprak 2 sahife gazete- tamamını, lokanta reklamlarına varıncaya kadar yazdık, dosyaladık; belediyeye teslim ettik. Bizim hazırladığımız metinleri A4 ebadında dosyalamışlar, gazetenin de arkalı önlü, metinlerinden oluşan bizim a4 ebatlı evrakı birleştirip defter gibi zımbalayıp Zafer-i Millî’nin özel baskı oluşunu da dikkate alarak sanırım bristol bir kartona basıp evrakın kabı haline getirmişler. İlgili dairelere vermişler birer de bize verdiler, bende de var. Gazetenin baskı tarihi, 07 Şubat 1923, Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasının tarihi, 06 Şubat 1923. Caminin duvarındaki levhada 07 Şubat 1923 kayıtlıdır. Bununla ilgili uyanışım, Rahmetli Cemal Kutay’ın (1909-2006) Balıkesir’e davet üzere gelip sanırım, eski Ticaret odası salonunda yaptığı konuşmayla olmuştur. 
Cemal Kutay konuşurken “Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasını, Zağanos Paşa camiinin münasip bir yerine levha halinde tespit etseydiniz.” dedi. Demek ki Sayın Kutay’ın konuşması, levha asılmasından daha sonra. Bu konuda cemal Kutay’a bilgi verilmediğinden, o da teklif ediyor. İlgililer, konuşmanın levhalandırılıp asıldığını söylediler. Sonra ben, bu konuşmayla ilgilendim. Bu konuşmayı Balıkesir 1967 il yıllığından, Savaştepe Öğretmen Lisesi’nin 1980-81 eğitim-öğretim yılı yıllığına aktardım. Cehaletin ilacı ilim, başka çaresi yok. O yıllıkta ne varsa okul yıllığına koydum. Bizim okul yıllığı, Ankara’da Millî Kütüphanede. 
Kulağıma çalınmıştı, hani şifahî bilgi denir ya. “Paşa hazretlerinin konuşmasındaki bir kelime, yanlış yazılmış, Paşa’nın dediği gibi değilmiş.” diyorlardı. Bunu tespit ettim, kelimenin doğrusunu, Balıkesir Necati Bey Eğitim fakültesinin Kütüphanesinde “kayıtlı bulunan, “Gazi Paşa İzmir Yollarında” adlı risaleyi buldum. İçindeki konuşma metnini buldum. Konuşmayı okudum, birinci paragrafta, aklımda kaldığına göre ilgili cümle şu: Kanun-u esasisi hepinizce malumdur ki Kur’an-ı azimü’ş-şan’daki nusûstur.” Kur’an-ı azimü’ş-şan’daki nusûstur. Fakat levhaya Nusûs’u “husus” yazmışlar. Niye yazdılar? Dedim ya, cehaletin ilacı ilimdir. Ya yanlış yazmışlar, nusûs mu olur? “Husus”tur deyip “husus” yazmışlar. Bunun nusûs olduğunu ispat için Risalenin ilgili sahifesinin fotokopisi alıp fotokopideki “nusûs” kelimesini çember içine alıp bir tane fotokopisini çektirdim. Makaleyi yazdım, bu kelimenin “husus” olmadığını, nusûs olduğunu yazdım, zarfladım, o zamanlar, biraz meşhurum ya. Beş gazeteye uğradım, kimle karşılaştığımı bile hatırlamıyorum, kimseye sormadım, zarfları müdüriyet masalarına, Ömer Seyfettin usulü koydum. Sabahleyin ne var ne yok bakmak için çarşıya geldim, beş gazeteden Ekspres, Yeni haber, Politika, Hizmet, beşinciyi hatırlayamadım, Balıkesir Birlik olabilir. Beş gazetede “Husus “değil “Nusûs” tur. Sür manşetten haber… Benim zarf bıraktığımı gören bile yok desem, gören var mı hatırlamıyorum. Bıraktım geçtim, gittim. Ömer Seyfettin hikâyesini anlatıvereyim mi bu arada? Ömer Seyfettin (1884 1920) 36 yaşında vefat etmiş bir hikâyecimiz. Gençliğine rağmen dirayeti âlâ biri. Bir hikâyesinin yayımlanmasını arzu ettiğinde, hikâye evrakını zarfa koyup evden çıkınca, Cağaloğlu’ndaki hangi gazeteye verecekse yazıhanesine uğrayıp zarfı teslim edip ücretini teklifsiz alırmış. Kimse, zarfta ne olduğunu sorma cesareti gösteremezmiş. Nasıl göstersin?  Yazar asker.
Bende de o hesap olduydu işte. Tabiî ki ben ücret talep etmiyordum.
Ömer Seyfettin, önemli iki hikâyecimizden biri. Avrupaî Maupassant tarzı hikâyeciliğinin Türkiye temsilcisi. Diğeri de Rus hikâyeciliğinin Çehov’un tarzının Türkiye temsilcisi Sair Faik Abasıyanık.
Ben, düzeltmeleri gerçekleştirdim ama levhada hemen düzeltilmedi. Sonra rahmetli Muharrem Eren 1912-2011) hocamız, kıdemli, yaşlı, devleti, biliyor; umur görmüş bir muallim. Konuyla alakadar oldu. Herhalde, Millî Eğitime, Garnizona filan gitmiş olmalı; levhadaki yanlış düzeltildi. Oksitlenince tekrar bozuldu. Oksitlenince yine “nusûs” yerine “Kesin emir.” ibaresini koydular. Ben, bu hataları görmekten bıktım, usandım. Takipten vaz geçtim. Muharrem hocamızın âlî cenaplık gösterdiğini zannederek okuyunca hislendiğim bir köşe yazısı yayımladı, Ekspres gazetesinde. Ben de babam yaşındaki adam beni nasıl metheder diye kubarıyorum. Yıllar sonra, Muharrem hocamızın yazısını hanımımla (Merdiye Hanım) beraber okuduğumda, durumun farklı olduğunu hanımım çözdü. Merdiye hanım, “Hoca, seni değil, kendini anlatıyor.” dedi. Muharrem hoca, köşesinde “Ben de bunu düşünmüştüm. “diyordu. Ortaya çıkan bir şey düşünülebilir mi? Kuvveden fiile geçmiş, düşünülecek bir yanı kalmamış ki. Derken o levhadaki hata düzeltildi. BU akşam, sohbete gelirken Caminin bahçesine uğrayıp son durumuna baktım. “Husus” kelimesinden eser yok, “Nusûs” kelimesi yerini koruyor. Halen levhanın internetteki fotoğrafına da rastladım. Orda da “Nusûs” kayıtlıydı. Arkadaşlar, Nusûs nedir diye merak buyurursanız “Nusûs” kelimesinin tam Türkçesi şudur diyecek lügatlerde bir kelimelik karşılığı yok ama nusûs kelimesi Arapça olduğu için Batı dillerinde (Fransızcada)karşılığı tek kelimelik “Dogmadır.” dogma. Kanun-u esasisi, hepinizce malum olduğu üzere Kur’ân-ı azimü’ş-şandaki nusûstur. Yusuf Akgül’ün ilavesi: Naslar demek. Ben,” Nasın karşılığı, dogma. Nusûs, naslar demek; Nas tekil. Kur’an âyetleri sadedinde, nâsın kastettiği ayetlerdir. “Yusuf Akgül: Kesin hükümler. Ben” Kesinlik yok orada. Hükümler. Dogmanın karşılığı, tartışmasız doğru kabul edilmektir. Tartışmanın olmadığı yerde konu, tartışılmaya kapalı olduğundan dogmatik denmesi bundandır.”
Bu da geldi geçti. Vakıflar devreye girdi. “Kesin emir.” anlamında, tercüme ettiler. Bugün, merakımı mucip, levhanın asılı olduğu yere uğradım. Levhanın fotoğrafını da çektim. Bahis konusu kelime “NUSÛS” yazıyor. Fotoğrafını Bayşad’a atarım. Atarım değil mi başkanım. Gülçin Şavaşaneril Yurdakul: Tabiî ki. Nusûs yazıyor. Nusûs yazıyorsa ve anlaşılamıyorsa etraflıca öğrenmek isteyenler, ”Sözlüğe bakacak, sözlükler boşuna yazılmadı,.” Ben de bir makale meydana getirmeye çalışırken bir kelime aklıma geliyor, kelimeyi yazmadan önce, bu kelimeyi cümleye koyduğumda, cümlenin manası, benim anladığım gibi mi anlaşılacak yoksa başka bir şey mi var diye sözlüğe bakıyorum. Sözlükteki mana, benimki ile örtüşüyorsa ötekilerin anlayıp anlamadığını düşünmüyorum; sözlüğe baksın, diyorum, bundan sonra. Sözlükler boşuna yazılmadı ya. Evlerde tozlanan birinci kitap sözlüklerdir. Kimse sözlüğe bakmaz. Her şeyi biliyoruz ya. Bu nusûs mevzuu böyle.
O konuşma, 06 Şubat 1923 tarihlidir. Gazetede yayımlanışı 7 Şubat 1923’tür.Hutbe değildir, konuşmadır. Hutbe diye lanse ediliyor. Hutbenin özelliğini hepimiz biliyoruz. Orada bir hutbe olayı yok, bir konuşma. Minberden konuşma. Bayşad başkanı: “Hayır 2. Basamaktan konuşmuş, minbere çıkmamış. Ben de okudum, araştırdım, Zeki Çevik hocanın araştırması, bir de Yücel hocanın kini okudum. Hepsinde bire bir örtüşüyor. Tabiî bu hitabedeki değiştirilmiş ama akademik yazılarda da bunun değiştirilmesi lazım. Şimdi ben izninizle Zeki çevik hocanın,” durun hocam ben, toparlayayım. Ben, devamla: Minbere girdikten sonra, minber dediğimiz bölüm, yeşil bayrağı ayırıp içeri girdiğimiz zaman merdiven basamaklarının başından sonuna kadar olan merdiven bölümdür. Kaçıncı basamakta olduğuna dair bir fikrim yok. Sebilü’r-reşat’ta bir fotoğrafın yayımlandığına, internette rastlamıştım. Gafletime gelmiş kaydetmemişim. İnternette, bugün bulduklarımızı yarın bulamama ihtimalimiz var zira bazı sebeplerden kaldırılıyor. Bir daha bulamadım.    Bu olayla ilgili, belki anlatan olmamıştır. Orayı da anlatmamda zarar yok.  80 yaşlarında olduğunu zannettiğim bir amca, 13-15 yaşlarında olduğu zamana ait gördüklerini anlattı. “Bir Salı günüydü hocam, gündüzdü ama gece gibi karanlıktı. Kapkara bulutlarla kapalıydı gök yüzü. İstasyondan camiye kadar, halı serilmiş, öyle gelmişler.” dedi.
Edindiğim bilgilere göre Balıkesir’in o zamanki nüfusu 20 bin civarında olmasına rağmen o toplantının kalabalığının sayısının 50 bin kadar olduğu söyleniyor. İlçelerden, komşu illerden gelenler şeklinde. Her neyse bu konuşmayı Cuma hutbesi diye anlatanlar var. Savaşaneril: yanlış. Bu yanlışı burada tashih edelim. Salı günkü konuşma, çarşamba günü gazete yayımlanıyor. Ben, bunu sözlü yüz yüze, Fuat Özer hocaya anlattım. Fuat hoca,” Gazete de aynı gün basıldı.” dedi. Fuat hocanın – tabi tarihçi olduğundan -daha çok itibar etmem gereken kişi, bu konuda Fuat Hoca. Fuat hocanın bilgisine itibar ettim. Ben, belediyeye verdik dedim ya, yazdıklarımızı, belediye bizden aldıklarına dair, bize herhangi bir makbuz vermedi, çalışmamızın altında imzamız filan yok.- Daha sonraki yıllarda, her sene, bunu tekrar tekrar okuttular veya okutulanları tekrar yazdılar. Altına isim koydular. Bizim ismimiz yok bizim çalışmamızda. İlk çalışmayı Rahmetli Feyzullah hocayla biz yaptık, altında imzamız yok. Her neyse helal olsun, önemli değil. Fuat hoca öyle dedi, “Özel bir basım.” dedi. Aynı gün, konuşmanın yapıldığı gün, basılırsa burada şike var demektir. Konuşma yapılmadan gazetede basılıyorsa -Gülçin Savaşaneril: “Akşam basılmıştır, gündüz konuşma yapılmıştır. “dedi. -Değil efendim, anlattığım gibi. Akşam -gündüz değil, aynı gün basıldıysa burada bir basın şikesi vardır. Adamın konuşmasını alıyorlar, konuşmayı yapmadan basıyorlar. Gazete Van’a kadar gidiyor misali. Böyle şeyler oluyor zaman zaman. Neyse Fuat Hocaya, aynı gün basılmadığını söyledim. “Hayır, aynı gün basıldı.” dedi. Bugün getirmeyi unuttum, elimde, ebatlar 30x50’ midir?50x30’mudur? kağıtlar var -işaret ederek -şöyle.” A3, tabloid dendi.” Bende var. Fuat hocanın o evrakın sol alt köşesinde açıklaması var. Bana hayır öyle değil dediği açıklamamın aynını not şeklinde koymuş. Fuat hocaya fotoğrafını gönderdim, henüz bana dönmedi. Bu bir hutbe değil, bu bir konuşmadır. Siyasî bir konuşmadır. Mustafa kemal Paşa, cumhur reisi değildir.29 Ekim’de ilân edildi, bildiğiniz gibi. Yusuf Akgül: 8 ay sonra… ondan sonra, bu siyasî konuşmaların millî birlik ve beraberlik için elbette fayda temin edeceği umularak ve düşünülerek yapıldığı biliniyor. Bu bahis böyle.
BU MEZARIN YÖNÜNÜ KİM DÜZELTECEK?
Balıkesir’de, benzer bir hatanın düzeltilmesi için de bir yazı yazdım. Onu da anlatayım. Arkadaşlar. BAYŞAD’ın (Balıkesir Yazarlar ve Şairler Derneği) ben, yazı yazmanın yanında, fiilen Balıkesir’e bazı tadilatların yapılmasına teşne olmasını istiyorum. Bayşad, önayak olmalı.  Yıllar evvel, yine gençtim, gençliğimi bilen arkadaşlar biliyor. Yıllar evvel, eski belediye önündeki, (Şimdi Kuvay-ı millîye müzesi) caminin şadırvanında abdest alıyordum. Kütüphaneden emekli Mehmet ağabey- Dirayetli Osmanlıcacı. Ondan ders almak istedim ama yetişemedim, vefat etti.- Ben abdest alırken selâm verip geçti ama bir durakladı. Bana hitaben “Yahu! Şakirciğim, bu mezarın sahibini kültür bakanlığı sormuş, kültür müdürlüğüne ama cevap verememişler, bana sordular. Ben de bilse bilse Şakir Albayrak bilir, dedim. İstersen onlar seni bulmadan sen oraya git, durumu izah et.” dedi. Nereden bileyim 60’ta yapılmış bir cami. Tarihî bir yer de değil hani. Neyse bunu bilse bilse Muharrem Eren Hoca (1935 mezunu emekli öğretmen) bilir, dedim. Muharrem hocanın evine gittim. Sora sora evini buldum, Eski Edremit caddesinden Paşa hamamını geçince caddenin solunda üst kesimde 18 numaralı ev, beni içeri aldılar- hoca yatıyor, zaten 90’lık, o zaman. Hanımı da 80’lik- selâm verdim, duymuyor, işaretle selâmlaşıyoruz. Artık duymayacağı için ben, bir kâğıda, bu mezarın sahibi kimdir? sorusunu yazdım, o da kâğıdı çevirdi yazdı.” Orada yatan ya salih bir zattır veya cami inşaatı esnasında ölen bir ustadır,” cümlesini yazıp günün tarihiyle imzaladı. Mezar olduğunu kabul ediyor, o zaman ben de öyle. Bu kâğıdı, kültür müdürlüğüne götürüp teslim ettim. Sonucunu bilmiyorum. Kültür müdürlüğünden Numan bey burada ama arşivden haberi var mıdır bilmem. Yahu, ben onun mezar olduğunu kabul ediyorum. Dikkat edin o günkü zamanı. Yıllar sonra,2022 galiba, “Bu nasıl mezar yahu? dedim.” kendi kendime. Bu mezarın, başı kuzeye, ayağı kıbleye bakıyor. Gülçin Savaşaneril: Ecnebi mezarı mı? Ben” Caminin bahçesine ecnebi mezarı koyarlar mı? Müstemleke memleketi miyiz biz?”  Bunda bir yanlışlık var, dedim. Bunu kim düzeltir? diye düşündüm. 
Bu mezarın yönünü kim düzeltecek? başlıklı bir yazı yazdım.30 kadar internet sitesi ve basılı gazeteye gönderdim. Biri: Baş taşı kullanılmış olabilir mi? Baş taşı benzeri, sarığı andıran toparlak bir taş var. Bu mezarın sahibin bilemedik, tamam. Bu mezar niye böyle? Müslüman mezarıysa Müslüman sırt üstü yere konulduğunda sağ yanı kıble yönündedir. Baş tarafı da batı yönündedir. Anlaşılmayan sesler…
Kendi kendime, “Devlet, bir borçludan alacak tahsil edeceği zaman,7 gün içinde ödersen bir şey olmaz ödemezsen bir şey olur, diye borçluya mektup gönderiyor.” dedim. Ben, bundan müftülüğün de haberi olmalı diye aynı yazıyı, Balıkesir il müftülüğüne de gönderdim. Müftülük e mail üzerinden bana cevap yazdı. “Yapılara, ilgili belediye baktığından, belediyeye müracaat edin.” Ben, yapıdan söz etmiyorum ki ben, kıbleden söz ediyorum. Sen kıbleyi düzelt, krokini çiz, planını yap; ilgili belediyeye gönder, belediye de yapıyı yapsın. Şimdiki durumunu bilmiyorum, Değiştiğini zannetmiyorum. Değişse haberiniz olurdu herhalde. İşte ben, bu tür durumlarda hassas davranmaya çalışıyorum. Kim bilir, daha ne kadar var? Bilemiyorum, Bayşad mensubu arkadaşlarımızın da dikkatli olmalarını istiyorum. Ümit bey,” Körfez bölgemizin bazı yerlerindeki mezarlıkları ziyaret ettiğimde, genelde eski mezarların mühim unsurlarını yapıdan ayırıp başka yerlere tespit ediyorlar. Meselâ, kavuğu alıp mezarlığın girişine koydukları, mezar kitabesini duvar örme malzemesi yapmaları gibi. Bu meyanda çok haklısınız. Size katılmamak mümkün değil. Bu durum, o muhitte yararlılık gösteren insanımızın mezarına olumsuz müdahale, mezara da metfuna da ziyadesiyle hürmetsizliktir. Buna, kimsenin hakkı yoktur. “ dedi.
Arkadaşlar, bu yanlışları, düzeltme mevzuu, burada bitmiş oluyor. Teşekkür ederim. Başkanımız pek muhterem hanımefendi, kitabımızdan söz etti. Ben, kitap reklamı için buraya gelmemekle beraber, kitabımın anılması bile bir reklamdır. Çok teşekkür ederim. Gülçin Savaşaneril: Rica ederim. “BİLİM ÖNDERLERİ” adlı kitabım var. İki baskı yaptım. Para kazandım mı? Hayır. Masrafları kurtardım. Kalanı elimde. Tabiî ki bu kitabı, fayda ve faziletinin olması için yazdım. Yazarken şöyle düşünüyordum. Bu kitap, Lise ve dengi okul öğrencilerine, üniversite öğrencilerine, yüksek lisans öğrencilerine ve doktora öğrencilerine devlet eliyle hediye edilmeliydi. Yuvarlak hesap,20-30 milyon kitap yapıyor. Böyle bir kitabın, not karşılığı dahi olsa okutulması lazım. Burada, kitabımla ilgili bazı örnekler vereceğim. Bunları anlattıktan sonra iddiamın sübut bulacağına inanıyorum. Bizim ders kitaplarımızda, - Burada ilkokul öğretmeni arkadaşlarımız var değil mi?- Mikrobu, Pastörün, (Louis Pasteur,27 Aralık 1822-28 Eylül1893) verem mikrobunu, Robet Koch’un (11 Aralık 1843-27 Mayı 1910) bulduğu yazılıdır, İlkokuldan sona kadar. Bunun hikâyesini anlatacağım şimdi. İbn-i Sina (980-1037) Bir Türk bilim adamıdır. Bilim tarihinde mikrobu keşf eden ilk insandır. Louis Pasteur, Sultan2. Abdülhamit han zamanında yaşamış bir Fransız. Pastör, Sultan 2. Abdülhamit tarafından, - İyi ki Aydın Ayhan hoca, burada değil. Sıfatsız unvansız, 2. Abdülhamit’ten ismen zikredince,” Kardeşin mi, askerlik arkadaşın mı?” sorusunu kinaye dolu hissiyat ve vurgu ile sormaktan imtina etmezdi. Arkadan biri,” Size selâmı var.” deyince, ben de aleykümselâm deyip devam ettim. Sultan 2. Abdülhamit han hazretleri, Pastöre, İstanbul’a gelmesi için teklifte bulunmuş ama o gelmemiş. Gelmemesine rağmen ona, bilimsel çalışmalarının gelişmesini sağlaması için 800 akçe hibe göndermiş. Kimin haberi var ama Abdülhamit’e “Kızıl sultan” diyenler, Fransızlardır. (Not: Bu sohbetten sonra Pastör’ün nişanla da taltif edildiğine   vakıf oldum.)
İbn-i Sina’dan sonra, mikrop konusunda temayüz eden bilim adamımız, İbn-i Hatip’tir. (1313-1374) Türkçeye tercümesi Hatipoğlu’dur. İbn-i Hatip bedevîlerin hasta olmadığını, hastalığın hastadan sağlam insana geçtiğini, bunun sebebinin mikrop olduğunu keşf etmiş, Tıp bilimi tarihinde, modern manada karantina uygulayan ilk hekimdir. Daha sonra devriye Akşemseddin (1389-1459) hazretleri giriyor. Bazı araştırıcılar, İbn-i sina ve İbn-i Hatip’i atlayarak mikrobu Akşemseddin’in keşf ettiğini yazarlar. “Demek ki ötekileri araştırmamışlar.” şeklinde düşünüyorum. Ak Şemseddin de mikrobu tarif ederken “Gözle görülemeyecek kadar küçücük tohumlar.” diyor. Akşemseddin hazretlerinin Çandarlı Halil Paşa’nın oğullarının müptelâ olduğu kanser Hastalığını da tedavi ettiği biliniyor. Kanserin o günkü adı, “seratan.” 
Diğer taraftan çok önemli biri daha var. Hekim başı Mustafa Behçet Efendi. (1774- 1834) saray doktoru. Mustafa Behçet Efendi, saray doktoru iken Yazdığı kolera kitabı yayımlanmış olmasına rağmen, meşhur Frederik Hegel, (1770-1831) Koleradan ölüyor. Aynı yıllarda yaşamışlar. Biri, kolera ile ilgili kitap yazarken diğeri, Almanya’da koleradan ölüyor. Bizim endişemiz, bu bilgiler, tarihte kayıtlıyken bizim çocuklarımızın koltuğunun kabarmasına yarayacak bu bilgilerin, niçin müfredatımızda hâlâ bulunmadığıdır.
Zaferler, moralle kazanılır. Morali olmayan adam, ne kadar kuvvetli olursa olsun, gücü yetmez. Bize, moral olacak bilgiler, bu bilgiler. Yüzlercesi var, Kitabımın 1. Baskısında 115,2. Baskısında 124 kişiden söz ettim.3. baskısında 138 kişi olacak. Ben, bunların bilinmesini, şu yüzden istiyorum. Bir de daha önce yaşamış biri var, doğum tarihi bilinmemekle beraber 1760’ta öldüğü belli. Abbas Vesim adıyla biliniyor. Lakabı Kambur Vesim’dir. Fatih’te eczane işletmiş. Onun ölümünden 83 sene sonra doğan Robert Koch’un (11 Aralık 1843-27 Mayıs 1910) müfredata bağlı kitaplarımızda verem mikrobunun kâşifi olduğu kayıtlı. Abbas Vesim ismini bilen yok. Numan özel,” Osmanlı’da yazı yazma özelliği yok.” deyince, Numan Özel’e Karşılıklı konuşma konseptimiz yok da balya balya, evrak satışına kaynak nereden bulundu? Gülçin Savaşaneril: Önem verilmemiş. Yusuf Akgül: Hafıza böyle yok edilmiş. Ben, Yazılmadı da ben bunları nereden aldım?
“Balya balya evrak satışına kaynak nereden bulundu?” cümlesi bilgi karışıklığına ve kirliliğine sebep olsa da durum, duruldu. Ben toparlayayım. Yazılmama konusuna tekzib sadedinde misal için bir hatıramı nakledeyim. Merakımı mucip, gençliğimde “1920’de Balıkesir” isimli bir kitap okumuştum. Bu kitabın içeriği, Balıkesir’in sosyal hayatına dair bir çalışmaydı. Sadece Millî eğitim ile ve sokak köpeklerine dair söyleyeceğim. O kitapta, Balıkesir Millî eğitiminde kayıtlı, türleriyle beraber okul, öğretmen, öğrenci sayıları, bayan- erkek, kız- erkek diye kayıtlıydı. Diğer taraftan Nahide Şimşir’in Osmanlı Araştırmaları kitabında da Balıkesir’e dair, çok kayıt olmasına rağmen, sadece yerleşim birimlerindeki ahalinin dinî vaziyetlerine varıncaya kadar yazılıydı. Şu yazılmamış, bu yazılmamış, demeye gerek yok. 
Bu kitapta ciddi bir kayıt daha vardı: O zamanın belediye bütçesinin tasnif ve tanziminde, belediyenin kırtasiye giderlerinin miktarı ile sokak hayvanlarının bakım ve korunmasına ayrılan miktar aynıydı. Yazılmış, yazılmamış… laf! Benin konularım bitti. Çok teşekkür ederim, sabırla dinlediniz. 
Yusuf Akgül, başta gösterdiğim (kibrit kutusu ebatlı) not kağıdıma uzandı ve aldı. “Bunu okuyabiliyor musunuz?” dedi. Ben de “evet “dedim. Daha önceleri okuyamadığım bu kadar küçük puntoları son zamanlarda okuma imkânım hasıl oldu. Mutlu ve memnunum. 
* Bayşad’ın (Balıkesir yazarlar ve şairler derneği) dost meclisinde gerçekleştirilen sohbetin metni  

 

Yazarın Diğer Yazıları