'Yükseköğretime Bakış 2017 İzleme ve Değerlendirme Raporu' açıklandı

Memur-Sen ve Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın, 400 bin civarında öğretmen adayının atama beklerken, pedagojik formasyonun son 2 yılda hiçbir kontenjan kısıtlaması gözetilmeden herkese verilmesinin gelecekte ciddi sorunlara gebe olduğunu söyledi.

'Yükseköğretime Bakış 2017 İzleme ve Değerlendirme Raporu' açıklandı

Memur-Sen ve Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın, 400 bin civarında öğretmen adayının atama beklerken, pedagojik formasyonun son 2 yılda hiçbir kontenjan kısıtlaması gözetilmeden herkese verilmesinin gelecekte ciddi sorunlara gebe olduğunu söyledi.

Türkiye’de ilk defa hazırlanan, yükseköğretime ait geniş çaplı ilk rapor olma özelliği taşıyan ‘Yükseköğretime Bakış 2017 İzleme ve Değerlendirme Raporu’ Memur-Sen ve Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın tarafından düzenlenen basın toplantısı ile kamuoyuna açıklandı.

Yalçın, yükseköğretim mezunu olmanın bireylere, topluma ve ülkeye birçok katkısı olduğundan, tüm dünyada yükseköğretim sistemlerinin büyüdüğünü ve yükseköğretime yönelik talebin her geçen gün arttığının altını çizerek, “İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD ve Avrupa ülkelerinde yükseköğretim büyümüş ve kitleselleşmiştir. Türkiye’de ise yükseköğretim son 10 yılda çok hızlı bir büyüme evresine girmiştir. Türkiye’de son yıllardaki yatırımların içerisinde yükseköğretime yapılan yatırım dikkat çekmektedir. Bu sayede 2006 ile 2008 yılları arasına bakıldığında üniversitesiz il kalmamıştır. Bu yatırımlar sonucunda yükseköğretim sistemi alabildiğine büyüme eğilimine girmiştir. 2016-2017 öğretim yılında Türkiye’de yükseköğretimdeki toplam öğrenci sayısı 7 milyonu aşmış durumda. Böylece Türkiye, Avrupa’nın en büyük yükseköğretim sistemini oluşturuyor. Yükseköğretim sisteminin bu derece büyümesi sonrasında yükseköğretime ilişkin göstergelerin hem yıllara hem de diğer ülkelere göre karşılaştırmalı bir şekilde izlenmesi önem kazanıyor. Söz konusu türden izleme çalışmaları, karar alıcılar, araştırmacılar, basın mensupları ve genel okuyucular için son derece önemli” ifadelerini kullandı.

“Ezbere değil, veriye dayalı analiz ilkesi gözetilmiştir”

“Eğitim-Bir-Sen olarak biz, Türkiye’nin en büyük eğitim sendikası olmanın, en büyük örgütlü sivil gücü olmanın bilinciyle eğitim sistemine ilişkin izleme değerlendirme çalışmalarında sorumluluk üstlenmeye devam ediyoruz” diyen Yalçın, sözlerini şöyle sürdürdü:

“2016 yılında yayımladığımız ‘Eğitime Bakış 2016 İzleme ve Değerlendirme Raporu’yla milli eğitim sisteminin kapsamlı bir analizini yapmış ve tabiri caizse MR’ını çekmiştik. Bu yıl tekrarlanacak olan bu rapora ilaveten yine sendikal sorumluluğumuzun gereği olarak Türkiye’de ilk olarak yükseköğretim sistemi için bir izleme, değerlendirme raporu yayınlanması, yapılması konusundaki kararlılığımızı sonuca erdirdik. Yükseköğretime Bakış 2017 İzleme ve Değerlendirme Raporu sayesinde yükseköğretim sisteminin fotoğrafı çekilmiş durumdadır. Rapor, yükseköğretimin mevcut durumunu, tarihsel eğilimleri ve uluslararası kıyaslamaları dikkate alarak, veriye dayalı olarak hazırlanmıştır. Ezbere değil, veriye dayalı analiz ilkesi gözetilmiş, hazırlanan bu rapor sayesinde daha etkin, daha verimli, kaliteli bir yükseköğretim sisteminin tesis edilmesine yardımcı olacak şekilde temel analizler yapılmış ve bunu her yıl yapmayı da kendimize görev sayıyoruz. Bu analizler temelinde yüksek öğretim çalışanlarının mevcut durumlarını ortaya koymayı da hedefliyoruz.”

“Açık öğretimin Türkiye yükseköğretim sistemi içerisindeki payı küçültülmeli”

Yükseköğretime Bakış 2017 İzleme ve Değerlendirme Raporu hazırlanırken UNESCO ve OECD verilerinin esas alındığını ve bu standartlar dikkate alınarak raporun şekillendiğini söyleyen Yalçın, “Yükseköğretime Bakış 2017 İzleme ve Değerlendirme Raporu; yükseköğretime geçiş, yükseköğretime erişim ve katılım, eğitimin çıktıları, eğitim ortamları, öğretim elemanları, yükseköğretimin finansmanı, akademik insan kaynağının ve üniversitelerin performansı ile ilgili göstergeleri içeren 7 bölümden oluşmaktadır. Binlerce veri setlerinin analizine dayalı olarak hazırlanan ve oldukça kapsamlı analizler içeren rapor son derece önemli bir çalışma. 1983 yılında 335 binler civarında olan toplam yükseköğretim öğrenci sayısı 2016’ya gelindiğinde 20 kattan fazla büyüyerek 7 milyonu aşmıştır. Böylece Türkiye, Avrupa’nın en büyük yükseköğretim sistemine sahip hale gelmiştir. Ancak, Türkiye yükseköğretim öğrencilerinin yaklaşık yarısı açık öğretim programlarına kayıtlıdır. Yeni üniversiteler açılmasına rağmen, açık öğretim sistemi küçülmemiş, her geçen gün daha da büyümüştür. Bu durum, Türkiye yükseköğretim imajı ve saygınlığını bir anlamda zedelemekte ve olumsuz etkilemektedir. Açık öğretimin Türkiye yükseköğretim sistemi içerisindeki payı küçültülmeli, yüz yüze öğretim olanakları ise daha da arttırılmalıdır. Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkmasıyla liseden mezun olan sayısı her geçen yıl artmaktadır. Halen üniversite giriş sınavına başvuranların çoğunluğu bir yükseköğretim programına yerleşememektedir. Bu durum, Türkiye’deki yükseköğretime geçiş sistemine geçiş üzerindeki artan talep baskısını gözler önüne koyuyor ve bunun gelecekte de devam edeceği bugünden anlaşılıyor. Türkiye’deki yükseköğretim mezun sayısındaki artış gözle görülür şekildedir. 1996-2015 yılları arasında yükseköğretim mezun sayısı yıllık 175 binden 803 bine yükselmiş ve toplamda 4,5 kattan daha fazla bir artış ortaya çıkmıştır. Buna rağmen halen Türkiye’nin 25-64 yaş aralığındaki yükseköğretim mezuniyet oranı yüzde 18’dir. OECD ortalamasının yüzde 36 olduğunu ifade edersek yükseköğretimde mezuniyet oranımızın OECD ortalamasının altında olduğu da görülmektedir. Ayrıca, Türkiye’de yüksek lisans ve doktora mezunu olma oranı ve sayısı, OECD ülkelerine kıyasla oldukça düşüktür” şeklinde konuştu.

“Türkiye’de yeni üniversitelerin açılmasının gerekli olduğu ortadadır”

1981’de 19 olan yükseköğretim kurum sayısının zaman içinde hızla arttığını ve 2016 yılında 183 olduğunu belirten Yalçın, “Bu artışa rağmen, dünyada nüfus olarak Türkiye ölçeğindeki ülkelerin üniversite sayısının oldukça az olduğu görülmektedir. 1 milyon kişi başına düşen üniversite sayısı Türkiye’de 2,1 iken, bu rakam ABD, Rusya, Danimarka, Malzeya, Polonya, İsviçre ve Norveç’te ise 10’un üzerindedir. Gerek Türkiye’de yükseköğretime artan talep gerekse diğer ülkelerdeki üniversite sayıları dikkate alındığında Türkiye’de yeni üniversitelerin açılmasının gerekli olduğu ortadadır. Türkiye’de öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı, OECD ülkeleri ortalamasının üstündedir. Öğretim elemanları başına düşen öğrenci sayısının fazlalığı, öğretim elemanının öğrencilere ve derslere daha fazla zaman ayırmasına, araştırmaya ise daha az zaman ayırmasına neden olmaktadır. Ayrıca, üniversite bazlı olarak öğretim üyesi ve öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısına bakıldığında Türkiye’de aşırı bir farklılaşmanın olduğu görülmektedir. Yüksek lisans ve doktora yapan kişileri teşvik etmek için çeşitli araştırma programları, burslar gibi destek ve teşvik programları çeşitlendirilmeli ve daha da geliştirilmelidir. Türkiye’nin öğretim üyesi ihtiyacı dikkate alınarak yıllık doktora mezun sayısı 5-6 binlerden, 2023 yılına kadar en az 15 bin seviyesine çıkarılmalıdır” değerlendirmelerinde bulundu.

“Kadın okullaşma ve mezun oranlarında yaşanan iyileşme, yükseköğretimin bütün illerde yaygın bir şekilde sunulmasının olumlu sonuçlarındandır”

Yalçın, yükseköğretimdeki büyüme ile 1983-2016 yılları arasında kadınların yükseköğretime katılımında önemli bir artış gerçekleştirdiği, erkek ve kadınlar arasındaki okullaşma farkının tamamen kapandığı, hatta kadınların okullaşma oranlarının erkeklerin oranını geçtiğini ifade ederek, “Benzer şekilde, mezunların cinsiyet oranlarının zaman içinde nasıl bir değişim geçirdiğine bakıldığında, 1996-2015 arasında kadınların lehine oldukça önemli bir değişim yaşandığı görülmektedir. 1996 yılında lisans düzeyinde 100 erkeğe oranla 73 kadın mezun olurken, bu oran 2015 yılında 100 erkeğe 118 kadın şeklinde gerçekleşmiştir. Her ilde en az bir üniversite açılması politikası çeşitli eleştirilere konu olmuştur. Bu eleştirilerin bir kısmının haklı kaygılara dayandığı söylenebilir ancak kadın okullaşma oranlarında ve kadın mezun sayısında yaşanan muazzam iyileşme, yükseköğretimin bütün illerde yaygın bir şekilde sunulmasının olumlu sonuçlarındandır. Açıkçası, az gelişmiş illerde üniversiteler açılmamış olsa, bugün kadınların okullaşma oranlarında yaşanan bu değişimlerden bahsedemeyecektik. Ayrıca, yükseköğretim mezunu kadınların daha çok istihdam edildiği ve daha yüksek ücret aldıkları dikkate alındığında, kadınların daha çok yükseköğretim almaları için teşvik edici çalışmalar yapılmalı ve buna ısrarla devam edilmelidir. Türkiye’de yükseköğretime hem merkezi bütçeden hem de Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’dan (GSYH) ayrılan pay her geçen gün artış eğiliminde. Dahası, Türkiye’nin yükseköğretime merkezi kamu bütçesinden ve GSYH’den ayrılan pay OECD ülkeleri ortalamasının üzerindedir. Öğrenci başına yapılan harcamada ise Türkiye’de OECD ülkeleri ortalamasından düşük bir harcama miktarının olduğu görülüyor. Türkiye’nin bu bağlamdaki politika tercihinin yükseköğretime erişimi artırma yönünde olduğu ve bunun bir süre daha devam edeceği söylenebilir. Bundan sonraki en önemli zorluk ise yükseköğretime erişim artarken eğitim kalitesinin düşürülmemesi için öğrenci başına yapılan harcamaların artırılmasıdır. Türkiye’nin yükseköğretim sistemini genişletme eğilimi ve gereği dikkate alındığında yükseköğretime ayrılan kamu kaynaklarının artırılması gereklidir. Üniversiteler; Ar-Ge, gelir getirici veya toplumsal destek projeleri, danışmanlık, uzaktan eğitim ve yaşam boyu öğrenme gibi alanlarda faaliyetlerini artırmalıdır” diye konuştu.

“Atanamayan öğretmen sorunu önümüzdeki yıllarda daha da önemli bir mesele olarak MEB’in ve hükümetin önünde bir kale gibi duracaktır”

Gerek dünya üniversite sıralaması gerekse bölgesel üniversite sıralamasına bakıldığında, sıralamanın başını çeken üniversitelerin Türkiye’deki üniversitelerle kıyaslandığında uluslar arası araştırmacı ve öğrenci oranlarının yüksek olduğu, öte yandan öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayılarının da düşük olduğunun görüldüğünü söyleyen Yalçın, “Türkiye’deki üniversitelerin gerek kalitesini attırmak gerekse de dünyadaki üniversite sıralamalarında daha görünür olmalarını sağlamak için Türkiye üniversitelerini kaliteli uluslar arası araştırmacı ve öğrenciler için cazip kılmaya yönelik özel tedbirler alınmalıdır. Türkiye’de sayıları 400 binin üzerinde olan öğretmen adayı atama beklemektedir. 400 bin civarında öğretmen adayı atama beklerken, pedagojik formasyonun son 2 yıldır hiçbir kontenjan kısıtlaması gözetilmeden herkese verilmesi gelecekte ciddi sorunlara gebedir. Aritmetik hesap ortadadır. 2016 yılında KPSS eğitim bilimleri testine girmiş ve atama bekleyen yaklaşık 400 bin öğretmen adayı, mevcut eğitim fakültelerinde yaklaşık 300 bin öğrenci ve pedagojik formasyon programlarına başvurabilecek kaynak fakültelerde en az 700 bin öğrenci sayısı dikkate alındığında, yakın gelecekte KPSS eğitim bilimleri sınavına başvuracak öğretmen aday sayısının 1 milyona ulaşması muhtemeldir. Milli Eğitim Bakanlığı 90 bin civarında öğretmen açığı olduğunu ifade etmektedir. Bu ise yakın gelecekte büyük rakamlarda öğretmen atama döneminin sona ereceğini göstermektedir. Bütün bu hesabın sonunda vardığımız sonuç şudur: Kamuoyunda ‘atanamayan öğretmen’ sorunu olarak bilinen konu, önümüzdeki yıllarda daha da önemli bir mesele olarak MEB’in ve hükümetin önüne gelecektir” değerlendirmelerinde bulundu.

“Sendikaların bu kurullarda yer almaması kabul edilemez”

Bütün verilerin, Türkiye yükseköğretim sisteminin kapsamlı bir şekilde izlenmesinin gerekliliğini açıkça ortaya koyduğunu vurgulayan Yalçın, şunları kaydetti:

“Buna ilaveten, yükseköğretim sisteminin geçirdiği bu hızlı dönüşümler, yükseköğretim sisteminde kapsamlı bir reform ihtiyacının hala güncelliğini koruduğunu göstermektedir. Yükseköğretim Kurulu, yükseköğretim kurumlarının mikro iş ve işlemlerine müdahale eden bir kurum olarak devam etmemelidir. Eğitim-Bir-Sen olarak, daha önce defalarca ifade ettiğimiz üzere, yükseköğretimde stratejik planlamadan, kalite güvencesi mekanizmaları oluşturulmasından ve üniversitelerarası eş güdümden sorumlu bir koordinasyon kurulu bulunmalıdır. Esas mesele, yükseköğretim kurumlarının halka karşı hesap verebilir hale gelmesidir. Bununla beraber, halen aşırı derecede merkezde toplanan yetkiler her düzeyde dengeli bir şekilde dağıtılmalıdır. Geçen ay Türkiye Büyük Millet Meclisi Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’na sunulan ve 2547 sayılı Kanun’a eklenmesi tasarlanan ek maddeler yükseköğretim alanında ‘Yükseköğretim Kalite Kurulu’, ‘Yükseköğretim Eğitim Programları Danışma Kurulu’ ve ‘Meslek Yüksekokulları Koordinasyon Kurulu’ adı altında üç yeni kurulun oluşturulması öngörülmüştür. Söz konusu kurullar için öngörülen üye yapısı incelendiğinde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne, öğrenci temsilcilerine gibi çeşitli paydaşlara yer verilmiştir. Yükseköğretim alanında örgütlü bulunan ve yükseköğretimin asli bir paydaşı olan eğitim, öğretim ve bilim hizmet kolunun yetkili sendikasına yer verilmemesi, sendikaların bu kurullarda yer almaması kabul edilemez. İlk 10 ekonomiden biri olmaya çalışan Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşabilmesi ve dünyayla rahat bir şekilde rekabet edebilmesi için, akademik özgürlüğü ve üniversite özerkliğini destekleyen, paydaşlara karar mekanizmalarında yer veren, daha ademimerkeziyetçi bir yükseköğretim sisteminin kurulmasına ihtiyaç vardır. Bu rapor vesilesiyle yükseköğretimde karar alma süreçlerinin daha katılımcı, toplumsal talepleri dikkate alan ve veri temelli olarak gerçekleşeceğini umuyor, raporun yükseköğretim camiası ve tüm Türkiye için faydalı olacağına inanıyorum.”

“Daha fazla derslik üretilmeli ve sınıf mevcutları en azından OECD ortalamasına indirilebilmelidir”Yalçın, hükümetin açıkladığı öğretmen açığı rakamının gerçekçi bir rakam olup olmadığına ilişkin soru üzerine, “Bizim, öğretmen ihtiyacına ilişkin açıkladığımız bir raporumuz söz konusu. Bu anlamda bizim ortaya koyduğumuz rakamlarla Milli Eğitim Bakanlığının ortaya koyduğu rakamlar arasında bir örtüşme söz konusu değil. Milli Eğitim Bakanlığı elindeki mevcut öğretmen kitlesi üzerinden ve ücretli öğretmen sayısı üzerinden ve normu dikkate alarak bu anlamda bir rakam ifade ediyor. Halbuki Türkiye’deki sınıf mevcutları dikkate alınarak bu sınıf mevcutlarının OECD ortalamasına indirilmesi baz alınarak oluşturulabilecek bir ihtiyaç durumunda bu rakamın kat kat arttığını görebilirsiniz. Bu konuda Milli Eğitimde son süreçte yapılan yeni dersliklerin, eğitim ortamlarının iyileşmesinin, sınıf mevcutlarında düşüşün beraberinde getirdiği görülen bir gerçek ama OECD ortalamalarına henüz ulaşabilmiş değil. Batı’da bazı illerde sınıf mevcutları OECD ortalamasının da altındadır ama bazı illerde bu rakam 40’ları bulmakta ve üzerine çıkabilmektedir. Bu anlamda Türkiye’nin tamamında sınıf mevcutlarının indirilmesi için yoğun bir çalışmaya ihtiyaç vardır, bakanlığın da tekli eğitime geçme anlamında ortaya koyduğu irade, hükümetin bu anlamda çalışmalarını sıklaştırması son derece yerinde. Dolayısıyla daha fazla derslik üretilmeli ve sınıf mevcutları en azından OECD ortalamasına indirilebilmelidir. Yoksa fırsat eşitliği anlamında bir dezavantaj olarak önümüzde durmaktadır” cevabını verdi.